MECALİS-İ SEB’A
“Mecâlis-i Seb’a” adından anlaşıldığı gibi, Mevlânâ’nın yedi meclisinin, yedi va’zının yazılmasından meydana gelmiş bir eserdir.
Babaları Sultan al-Ulemâ Bahâeddin Muhammed Veled’in (628 H. 1231), Belh’te vaaz verdikleri, ders okuttukları malûmdur. Sipeh-sâlâr, Mevlânâ Celâleddin’in de ilk zamanlarda babaları gibi, ders vermek ve vaaz etmekle meşgul olduğunu söyler ve Şems geldikten sonra dersi, vaazı terkettiğini kaydeder (Midhat Bahârî terc. Terceme-i Risâle-i Sipeh-sâlâr be manâkib-ı Hudâvendgâr; İst. Selanik Mat. 1331, s. 91). Aynı eserde, Mevlânâ’nın, kendi şehrimde bulunsaydım ders okutmak, kitaplar tasnif etmek, vaaz ve nasihatte bulunmakla meşgul olurdum dediğini ve şiire, Anadolu halkının isteğiyle düştüğünü söylediğini bildirir (s. 97). Bu sözlerini, “Fîhi ma-fîh” in 16. bölümünde bulmaktayız (A. Gölpınarlı terc. Remzi Kitabevi — 1959; s. 62-63). Gene Sipeh-sâlâr, ilk zamanlarda vaaz verdiğini yazar (s. 128). Aynı rivayet, Eflâkî Ahmet De-de’nin (761 H. 1360). “Manâkıb al-Ârifîn” inde vardır (Türk Tarih Kurumu yayın. Devre: 3, Sayı: 3. Tahsin Yazıcı’nın Önsözü, tashihi ve hâşiyeleriyle; Ankara — T. T. K. Basımevi, I. 1959; s. 333). Gene Sipeh-sâlâr, Sultan Rükneddin ve Emir Pervâne’nin recalariyle ve Çelebi Husâmeddîn’in dileğiyle bir cuma günü vaaz verdiğini bildirir (s. 131-132). Eflâkî de, Muîneddîn’in ve Sultan Veled’in recâsı üzerine Mevlânâ’nın Konya büyüklerini kırmayıp vaaz verdiğini yazıyor ki bu vaaz, herhalde Şems’ten sonra verilmiş olacak (I. s. 164). Eflâkî, bundan başka, bilhassa ilk zamanlarda Mevlânâ’nın vaaz verdiğini, Şems geldikten sonra ders okutmayı, vaaz vermeyi bıraktığını söylüyor (Aynı basım; II, Ankara — T. T. K. Bas. 1961; s. 620). Aynı kitap, Mevlânâ’nın, Şems’ten önce vaaz vermekte olduğunu Şems’ten sonra vaazı bıraktığını bildiriyor (I; s. 88). Gene aynı kitaptan, Mevlânâ’nın, bir Cuma günü, Kal’a mescidinde vaazettiğini ve vaazda XCIII. sûreyi tefsir eylediğini öğreniyoruz (I, s. 171-172). Mevlânâ’nın,
Zâhid-i kişverî budem vâız-ı minberi budem
Kerd kazâ-yı dil mera âşık-ı kef-zenân-ı tu
Ülkenin zahidiydim; minberde vaazederdim; gönül kazası beni, sana karşı ellerini çırpan bir âşık etti-gitti
beytini de sözünü ispatlamak için alan Eflâkî (II, s. 624), bir kere daha, ilk zamanlarda vaaz verdiğini kaydetmektedir (II, s. 705). Gene aynı kaynak, Mevlânâ’nın, bir gün Sadreddîn’i (673 H. 1274) ziyarete gittiğini, şeyhin hadîs okutmakta olduğunu Mevlânâ gelince dersi ona terkettiğini ve Mevlânâ’nın hadîs okuttuğunu bildiriyor (I, s. 393). Aynı kitap, Şems’ten sonra Mevlânâ’nın, büyüklerin recâları ve Kuyumcu Salâhaddîn’in (657 H. 1258) dileği üzerine vaaz verdiğini söylemekte (II, s. 709), Kadı İzzeddîn’in, Konya’da yaptırdığı Cuma mescidinde, Mevlânâ’nın vaaz verdiğini bildirmektedir (I, s. 105). Kadı izzeddin 656 da (1258) şehîd edildiğine göre bu vaaz da Şems’ten sonradır (b. Mektuplar; Açılama; s. 239). Bunlardan daha eski ve sağlam bir kaynak olan “İbtidâ-Nâme” de, Mevlânâ’nın Şems’ten sonra vaazı bıraktığını söyler (Celâl Humâî basımı; Önsözü, tashihi ve notlariyle; Tehran; 1355 H. 1315 Şemsî hicrî; s. 43, b. 22). Görülüyor ki Mevlânâ, Şems’ten sonra birkaç kere vaazetmiştir; fakat kaç kere vaazettiğini kesin olarak söylemiye imkân yok. Ancak, önceleri, bilginlerin çoğu gibi, meselâ muayyen günlerde ve yerlerde vaaz ederken, Şems’ten sonra bunu da bir külfet saydığı ve recâ ve niyaz üzerine vaazettiği muhakkak. Şems, Konya’ya, hicrî 642 cumâdelâhırasının yirmi altıncı cumartesi günü gelmiştir (26 Kasım 1244. Mevlânâ Celâleddin; III. basım; s. 302).
“Manâkıb al-Arifin” Sultan Veled’in bir vaazından bahsederken, önce hafızların Kur’ân okuduklarını, sonra Sultan Veled’in, vaaza bir hutbeyle başladığını bildiriyor (II; s. 812-813).
“Mecâlis-i Seb’a” nın, yedi meclisinde de vaaza, cümleleri seci’li bir hutbeyle başlanmakta; bu hutbede, birçok âyetten istidlal yoluyla Allah’ın kudreti, hikmeti, ululuğu, birliği övülmekte, hutbenin sonunda Hz. Peygamber’e, dört dostuna, muhacirlerle ansâra; bâzı kere, VII. mecliste olduğu gibi Hasan ve Huseyn’e rahmet okunmakta; ondan sonra duâ mâhiyetinde olan münâcâta geçilmekte, sonra da bir hadîsle vaaza başlanmaktadır. Hadîs anlatılırken âyetler, dah’a başka hadîsler, söze ve konuya uygun hikâyeler, pek edebî, pek güzel olmakla beraber halk seviyesine inilerek, çevreden ve yaşayıştan örnekler alınarak birbirine ulanmakta, sonuç, tekrar tekrar, fakat her defasında bir başka şekilde belirtilmektedir. Sonlara doğru, I. ve II. meclislerde olduğu gibi Besmele, uzun uzadıya, dinî târihten olaylar anılarak canlı bir tarzda şerhedilmekte, en sonunda, Allah’a hamdedilerek, Hz. Peygamber’e ve soyuna, sahabesine salavât verilerek vaaz, son bulmaktadır.
Dâima söylediğimiz gibi burda, gene söyliyelim: Mevlânâ’nın konuşmasiyle yazması, şiiriyle nesri arasında hiçbir üslûp ayrılığı yoktur. Dîvân-ı Kebîr ve Mesnevi, nasıl düşüncelerin, sezişlerin, gelişlerin, buluşların vezin ve kafiye kalıbına girmesinden doğmuşsa, nasıl bu iki eser arasında hiçbir ayrılık yoksa, Mesnevî’de nasıl hikâyeler anlatılıyor, örnekler veriliyorsa, Dîvân-ı Kebîr’de, nasıl sırası geldikçe bu hikâyelere, bu örneklere, tabii gazel, yahut terci’ kalıpları içinde dokunuluyorsa, “Mektuplar” da da onlar, yazdırılırken, örneklere, temsillere girişilmekte, başlıklardaki hitaplardan başka, bütün mektuplarda halk diliyle konuşulmaktadır. “Mecâlis-i Seb’a” da da hutbelerden ve kısmen münâcât fasıllarından başka, halk diliyle, halk seviyesine inerek, hikâyelere, temsillere, örneklere dokunarak, arada şiirler inşâd etmek, hadîsleri hikâyelerle, şiirlerle anlatmak suretiyle ve aynı üslûpla konuşmadadır Mevlânâ. Temsilleri, şiirlerinde olduğu gibi halktan, günlük, gündelik yaşayıştan, devrinden ve târihten almaktadır. Şişe yapanla bez çırpanın, ayağiyle çaput dövüp yıkayanın bir yerde çalışamıyacağı, zenci ile beyaz yüzlünün bir olamıyacağı, Temmuz ayında, güneş altında buz satılamıyacağı, satılıncayadek buzun eriyeceği, ateşte kızmış, kızarmış saçı, taşın hemencecik delebileceği, okun temrene muhtar olduğu, mihraba yapılan kandil resminin ışık vermiyeceği, dıvara resmedilen meclis tasvirlerindeki güzellerin canlı güzel olamıyacağı, balığın suya doyamıyacağı… bütün bunlar arasında, gulyabânîlerin, sinir bozukluğu yüzünden çölde duyulan seslerin, kervan halkının helakine sebeb olacağı, yahut kasaptan et çalan kuş, Barsîsâ’nın şehvet yüzünden, dininden imanından oluşu, tilki ile davul, pâdişâhla kul, Azim’in gördüğü şaşılacak şeyler… gibi halk hikâyeleri; bunlarla beraber, Hz. Hamza’yla Vahşî’nin kıssası, peygamberlere âit kıssalar, hadîslerin şerhi sırasında söylenen hikâyeler, sûfîlere âit menkıbeler, Mevlânâ’nın vaaz meclislerini bezeyen, renkleştiren, halka sindiren unsurlardır.
San’atı san’at için değil, halk için kullanan, daha açıkçası inancını, halka olan sevgisini, gerçeğe bağlılığını san’at hâline getirecek bir kudrete sahip bulunan Mevlânâ’nın, bu yedi mecliste şerhettiği hadisleri, konuları bakımından yazıyoruz:
- Toplumun değerden düşmesi, bozguna uğraması, bozgunculuğa düşmesi yüzündendir. Böyle zamanda yapılacak iş; kurtuluş çâresi.
- Suçlardan kurtuluş çekinme sınırına giriş.
- İnançtaki kudret.
- Kendilerini kulların hayrına adamış olan, kendisi için yaşamıyan kullar.
- Bilginin değeri.
- Gaflete dalış.
- Aklın önemi.
Bu yedi mecliste, asıl şerhedilen hadîslerle beraber kırkbir hadîs geçmekte. Hemen her hadîs, içtimaî bir değer taşımakta.
Meclislerde, bilhassa Senâî’nin (525 H. 1130-1131), “Hadıykat ül-hakıyka ve şerîat üt-tarîka” sından, dîvânından, Attâr’ın (627 H. 1229-1230) dîvânından şiirler bulunduğu gibi Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’inden, Mesnevî’sinden beyitler ve rubailer de var. Bâzı beyitler, Fîhi mâ-fih’te ve Seyyİd Burhâneddîn Muhakkık-ı Tirmizî’nin (638 H. 1240-1241) “Ma’ârif inde de anılmakta. Hattâ III. mecliste, Sultan Veledin “İbtidâ-Nâme”sinden beyitler bile var.
1. mecliste geçen “zenci-ayna” hikâyesi, Şems’in “Makaalât’ında ve Mesnevî’nin II. ve VI. ciltlerinde geçer. Aynı meclisteki Süleyman Peygamberin tacının eğrilmesi, biraz değişik bir şekilde, IV. ciltte anlatılmakta; Nasûh’a âit hikâye, V. ciltte pek güzel bir tarzda îzâh edilmekte. II. meclisteki tilki ile davul hikâyesi, Mesnevî’nin II. cildindedir; aynı mecliste anlatılan Süleyman-Belkıys kıssası, I. ve VI. ciltlerde pek güzel ve etraflıca anlatılmıştır. III. meclisteki H. Peygamber’in Harise’ye soruları ve onun cevapları, Mesnevî’nin I. cildinde, H. Peygamber’le Zeyd arasında geçer; Hârut-Mârût kıssası, III. ciltte anlatılır. V. meclisteki haris öküz ve öküz açlığı hikâyesi, V. cilttedir. H. Peygamber’e ve başka peygamberlere âit kıssalarsa, Mesnevî’de, birçok yerlerde, münâsebet düştükçe ve defalarca geçer. Burda, II. mecliste, hutbede, vaktin pâdişâhına, adı anılmamak üzere ve kendisini unutmadığını bilhassa kaydeden ve “üstadım” sözüyle kadri yüceltilen birine, anasına, babasına duâ ettiğini de söyliyelim. İhtimâl “üstad” dediği bu zat, devrin büyük bilginlerinden ve kendi dostlarından biridir; belki de Kadı Sırâceddin’dir (682 H. 1283).
Mesnevî’nin birinci cildi, 656 hicrîden (1258) önce bitmiştir. İkinci cilde, 662 yılı Recebinin onbeşinci günü başlanmıştır (1264).Son cilt, Mevlânâ’nın vefatından (672 H. 1273) pekaz önce tamamlanmıştır (Mevlânâ Celâleddîn, III. basım; s. 120-122). Mecâlis-i Seb’a” da Mevlânâ’nın Divan-ı Kebîr’inden beyitler olduğu gibi Mevlânâ’nın rubaileri de var; ayrıca Mesnevî’nin II. ve VI. cildinden beyitler mevcut. Bütün bunlardan başka, Sultan Veled’in “İbtidâ-Nâme” sinde de zahitle ârifı kıyaslıyan beyitler, aynen alınmış. Bunlara nazaran hükmümüzü şöyle verebiliriz:
“Mecâlis-i Seb’a”, yâni Mevlânâ’nın yedi vaazı, ihtimâl Sultan Veled, yahut Çelebi Husâmeddin tarafından, vaaz esnasında not edilmiş, fakat zaptedildiği gibi bırakılmamıştır. Esâsa dokunulmamak şartiyle bunlar, tekrar gözden geçirilmiş, eklentiler yapılmış, belki kendisine de gösterilmiş, belki kendisinin de tashihinden geçmiş, bu kitap bu suretle tekemmül etmiştir. Bu gözden geçirme işini, ‘İbtidâ-Nâme” den beyitler alındığına göre Sultan Veled yapmıştır. Sultan Veled, “İbtidâ-Nâme” yi, Şeyh Kerimüddîn’in vefatından sonra, yâni 691 hicrî ile (1291) kendi vefat yılı olan 712 (1312) arasında yazdığından (Mevlânâ’dan sonra Mevlevîlik; s. 33; kitabe; s. 355 ve s. 43), “Mecâlis-i Seb’a” nın gözden geçirilip düzene sokulması da bu yılların arasındadır demek, sanırız ki doğru olur. Ancak, Sultan Veled, zâhidle arifi kıyasliyan bu beyitlere, “bu iki bölüğü bildiren sözleri, en doğru, en isabetli olarak, o serverden dinle” mealindeki şu beyitle başlıyor:
Nakl-i sâib şinov ezon server
Der beyân-ı sıfât-ı in du nefer
Beyitler, “Hadîka” veznindedir; bu bakımdan belki de “server” diye anılan zât, Senâî’dir ve S. Veled, bu beyitleri “Hadîka” dan nakletmektedir. Biz, bu beyitleri, “Hadîka” da bulamadık; fakat S. Veled’in elindeki bir yazmada bulunabilir. Bu takdirde, “Mecâlis” teki bu beyitler, “İbtîdâ-Nâme” nin yazılmasından önce de, bizzat Mevlânâ tarafından vaaz esnasında, Senâî’den nakledilebilir. Ancak meclislerde, Mevlânâ’nın dîvânından, Mesnevi’sinden, rubailerinden de nakiller olduğuna bakılırsa ilk hükmün daha isabetli olduğunu sanıyoruz.
“Mecâlis-i Seb’a” nın metni, 1937 de Dr. Feridun Nafiz Uzluk tarafından İst. Bozkurt Basımevinde bastırılmıştır. Bu basımda, rahmetli Kitapçı Rizeli Hulusi’nin tercemesi de var. Düzeltme işlerine, Üsküdar Mevlevi Şeyhi Ahmed Remzî nezâret etmiştir. Fakat esefle söyliyelim ki metin, baştan başa yanlışlarla doludur. Meselâ, I. mecliste, düzeltme cetveline girmiyen onaltı yanlış var.
….
Dr. F. N. Uzluk’un büyük bir hüsn-i niyette giriştiği bu iş, tashih ve terceme hatâları yüzünden başarılamamıştır. Bu bakımdan, “Mecâlis-i Seb’a” yi, yeniden ele almak lüzumunu duyduk.
“Mecâlis-i Seb’a” nın en doğru ve sağlam nüshası, Konya’da, Mevlânâ Müzesi K. da, 79 no.da kayıtlı mecmuadadır. “Fîhî mâ-fih” ve “Mektuplar” da esas olarak kabul ettiğimiz bu nüshada “Mecâlis”, Sultan Veled’in vefatından kırk-kırkbir yıl sonra yazılmıştır. Mecmuayı tertipliyen, Mevlânâ’nın, Çelebi Husâmeddîn’in elyazılarını dahi görmüştür (tavsifi için “Fîhi m.i-fih” in ve “Mektuplar” in sunuş kısımlarına bakınız; s. XVII – XIX, XXII.). “Mecâlis-i Seb’a”, bu mecmuanın 89 b-197 a yapraklarındadır. Sonunda şu ketebe var:
……
Terceme esnasında, lüzum hâsıl oldukça F. N. Uzluk’un basımına da müracaat ettik ve bâzı mühim farkları notlarla gösterdik. Tercemede üslûp özelliğini vermiye bilhassa çalıştık. Metinde geçen âyetleri, ayrıca göstermek için sona almadık; bulunmasını kolaylaştırmak için not halinde ve numaralarla gösterdik. Hadîsleri, meclislerin sırasına riâyet ederek son kısma aldık ve kaynaklarını, sahîfe numaralariyle işaretledik. Gene metinde geçen şiirleri Senâî’nin, “Hadîka” sını, dîvânını, Attâr’ın ve Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebir’ini, Mesnevî’sini tarayıp bulduklarımızı işaret ettik, yazdık. Kimlerin olduğunu bulamadıklarımızı da belirttik. Bu tarama işinin ne kadar yorucu olduğunu, ne kadar zaman aldığını söylemiye sanırım ki hacet yoktur. Onun için bulamadığımız şiirler için özür dileyeceğiz. Metinde geçen ve açıklanması gereken husûsî adlarla hikâyeleri ayrı bir bölümde, alfabetik olarak îzâh ettik; hangi mecliste geçtiğini de belirttik; en sonra, bâzı lügatlere âit de bir açılama ekledik. Bizde metin basmanın ne kadar güç olduğunu söylemiye hacet yok. Millî Eğitim Bakanlığı bu işi ele almaz; müesseselerin bu işi ele aldığı yoktur; kütüphaneler, satılmaz diye basmazlar; bu işe yaklaşmazlar. Fakat gönül ister ki Mevlânâ’ya âit en sağlam, en doğru metinler de basılsın ve bu şeref, bize âid olsun; başkalarına müracaattan müstağni kalalım. Ama bu işi kim yapacak; bu dilek, ne vakit gerçekleşecek? Bilemeyiz.
Kusurlarımızın, Mevlânâ sevgisine bağışlanmasını dileyerek ondan, onun sözlerinden aldığımız bu sunuş sözünü kesiyor; hâmûş oluyor; sözü söz ıssına bırakıyoruz.
11 Safer 1385; 11 Haziran 1965 Cuma
Bende-i bendegân-ı Mevlânâ
Abdülbâki GÖLPINARLI
Not: Bu yazı, müessilin izniyle www.semazen.net’den alınmıştır.